Öz
Bu makale, Afrika kıtasının tarihsel süreç içerisinde sömürgeleştirilmesi, bağımsızlık hareketleri ve günümüzde karşı karşıya olduğu ekonomik ve politik dinamikleri ele almaktadır. Ayrıca Afrika'da sömürge döneminden önce de medeniyetlerin var olduğu, yani medeniyetin kıtaya Batılı devletler sayesinde gelmediği vurgulanmıştır. Berlin Konferansı'ndan itibaren kıtanın doğal kaynaklarının Avrupalı devletler arasında nasıl paylaşıldığı, sömürge yönetimlerinin kıtadaki ekonomik, sosyal ve kültürel dokuyu nasıl değiştirdiği detaylandırılmaktadır. Ardından detaylı bir şekilde Batı Afrika Devletlerini inceleyen makale, işbu devletlerin bağımsızlık sonrası yaşadığı ekonomik kalkınma çabaları ve siyasi istikrarı sağlama girişimleri de detaylıca ortaya koyulmuştur. Bunun yanı sıra, kıtanın karşılaştığı en büyük halk sağlığı sorunlarından biri olan HIV/AIDS salgınının ekonomik ve toplumsal etkileri de değerlendirilmektedir. Kıta, Batılı güçlerin oluşturduğu ekonomik bağımlılık mekanizmaları, iç siyasi istikrarsızlıklar ve bölgesel çatışmalar nedeniyle gelişim sürecinde büyük engellerle karşılaşmaktadır. Bununla birlikte, doğal kaynakların yeniden değerlendirilmesi ve Afrika’nın kendi dinamiklerini harekete geçirmesi, kıtanın küresel sistemde daha güçlü bir aktör olmasına olanak sağlayacaktır. Afrika'nın küresel ekonomideki konumu ele alınarak, Çin, ABD ve Avrupa Birliği gibi büyük güçlerin kıtadaki nüfuz mücadelesi analiz edilmektedir. Türkiye’nin Afrika kıtasındaki etkisi, siyasi, ekonomik ve insani yardım projeleri bağlamında ele alınmaktadır. Makale, Afrika'nın karşılaştığı yapısal zorluklara rağmen, kıtanın kendi kalkınma politikalarını oluşturması ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşabilmesi için öneriler sunmaktadır. Bu bağlamda, Afrika ülkelerinin bölgesel iş birliklerini güçlendirmesi, altyapı yatırımlarını artırması ve halk sağlığına yönelik sürdürülebilir politikalar üretmesi gerekmektedir. Son olarak, kıtanın uluslararası arenada nasıl konumlandığı ve küresel güçlerle olan ilişkilerinin geleceği değerlendirilmektedir.
Anahtar kelimeler: Afrika, Avrupa, Sömürge, Irkçılık, Demografi, Reform, Bağımsızlık, Yatırım, Kalkınma
Abstract
This article examines the historical colonization of the African continent, its independence movements, and the economic and political dynamics it faces today. Additionally, it emphasizes that civilizations existed in Africa long before the colonial period, countering the narrative that civilization was introduced to the continent by Western powers. The article details how, since the Berlin Conference, Africa’s natural resources were divided among European powers and how colonial administrations transformed the continent’s economic, social, and cultural fabric. Focusing in detail on West African states, the article explores their post-independence economic development efforts and attempts to establish political stability. Furthermore, it assesses one of the most significant public health challenges faced by the continent—the HIV/AIDS epidemic—and its economic and social consequences. Africa faces major obstacles in its development due to economic dependency mechanisms imposed by Western powers, internal political instability, and regional conflicts. However, the reassessment of its natural resources and the mobilization of its own internal dynamics could enable Africa to become a stronger player in the global system. The article also analyzes Africa’s position in the global economy by examining the influence of major powers such as China, the United States, and the European Union. It evaluates Turkey’s impact on the continent through political, economic, and humanitarian aid initiatives. Despite structural challenges, the article presents recommendations for Africa to establish its own development policies and achieve sustainable growth. In this context, strengthening regional cooperation, increasing infrastructure investments, and implementing sustainable public health policies are essential. Finally, the study evaluates Africa’s positioning on the international stage and the future of its relations with global powers.
Keywords: Africa, Europe, Colonialism, Racism, Demography, Reform, Independance, Investment, Development
1.Giriş
Afrika, insanlığın ilk yaşam merkezi ve atalarımızın yurdudur. Modern antropoloji insanlığın doğuşunun bugünkü Afrika’dan başladığını, oradan Ortadoğu’ya, oradan da dünyaya yayıldığını söylüyor (Friedemann, 2019:6). Arkeolojik bulgular ve genetik araştırmalar da bu tezi destekleyerek, insanın ilk adımlarını Afrika topraklarında attığını kanıtlamaktadır. Ancak ne yazık ki bu gerçeklik, tarih boyunca farklı bakış açılarıyla çarpıtılmış, özellikle Batılı sömürgeci anlayış tarafından göz ardı edilmiş ya da manipüle edilmiştir. Batılı sömürgeciler asırlarca Afrika halklarını “evrim sürecini tamamlamamış kayıp bağlantının ilkel canlıları’’ olarak tanımlamıştır (Oliver, 2017:2). Sömürge dönemi ideolojileri, Avrupalıların kendilerini üstün, Afrikalıları ise geri kalmış ve insanlık düzeyine ulaşmamış varlıklar olarak görmelerine neden olmuştur. Bu ayrımcı zihniyetin en vahim yansımalarından biri de, Afrikalıların 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupalılar ve Amerikalılar tarafından halk gösterilerinde sergilenmesidir. Bu insanlık dışı uygulama öylesine yaygındı ki, Afrikalılar vahşi hayvanlarla aynı kafeslere konularak Avrupa ve Amerika’daki sirklere, fuarlara ve özel koleksiyonlara dahil edilmiştir (Susann, 2006), (Anne, 2005:11). Bu olay her ne kadar günümüzde geçmişte kalmış bir utanç vesikası gibi görülse de, gerçekte insan hayvanat bahçeleri olarak bilinen “Les Zoo Humains“ uygulaması 1958 yılına kadar, yani yalnızca birkaç on yıl öncesine kadar devam etmiştir. Avrupa'nın medeni olduğunu iddia eden büyük şehirlerinde, Afrikalılar birer insan olarak değil, egzotik birer obje olarak sergilenmiş ve toplumun eğlencesine sunulmuştur. İnsan onuruna aykırı bu uygulama, sömürgeciliğin sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik bir tahakküm aracı olduğunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Afrikalılar yüzyıllar boyunca Avrupalıların elinde adeta birer eşya muamelesi görmüşlerdir. Özellikle 16. yüzyıldan itibaren hız kazanan transatlantik köle ticareti, Afrika toplumlarının sosyal, ekonomik ve kültürel dokusunu derinden sarsmıştır. Avrupa’da üretilen silah, kumaş, içki gibi ürünler, Afrikalı kölelerle takas edilerek bu acımasız ticaretin devamlılığı sağlanmıştır. Amerika’ya sevk edilen köleler, Avrupa’nın ekonomik çıkarlarına hizmet edecek altın, gümüş, pamuk, şeker, konyak, kahve ve tütün karşılığında değiştiriliyordu (Oliver, 2017:2). Böylece milyonlarca insan, Avrupa’nın ekonomik çıkarları uğruna özgürlüğünden mahrum bırakılmış, köleleştirilmiş ve ağır şartlar altında çalıştırılmıştır. Tarih boyunca Afrika kıtası, yalnızca sömürgeciliğin ekonomik boyutuyla değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik baskılarıyla da karşı karşıya kalmıştır. Bu süreç, kıtanın doğal kaynaklarının yağmalanmasının yanı sıra, Afrika halklarının tarihsel ve kültürel kimliklerinin silinmeye çalışılmasıyla da sonuçlanmıştır. Batılı devletler tarafından yürütülen bu sistematik sömürü ve ırkçı yaklaşımlar, bugün bile Afrika’nın sosyo-ekonomik yapısında derin izler bırakmıştır.
2.Sömürge Öncesinde Afrika’da Devlet
Sömürge öncesine bakıldığında Afrika’daki ulusların diğer devletlerle ilişki kurma ve topraklarını yönetme kabiliyetine sahip olduğu görülmektedir. Örneğin 11. yüzyılda bir kral tarafından yönetilen Gana’nın günümüze benzer şekilde ordusu, adalet sistemi ve bürokratik yönetimi bulunmuş, özellikle Arap ve Kuzey Afrikalı devlet yöneticileri ve ticaret erbabıyla ilişki kurabilmiştir. Yine Mansa Musa tarafından 1240 yılında kurulan Mali imparatorluğu, sadece sahip olduğu istikrar ve etkili yönetim şekliyle değil, ticaret zengini bir ülke olmasıyla da bölgede önemli bir güç haline gelebilmeyi başarabilmiştir. Mali, güneye doğru Gana’dan, güneyde Büyük Sahra, kuzeye doğru üst Senegal ve doğuya doğru üst Nijer’den ve yine güneyde altın zengini olan Wangara, Bambuk ve Bundu’ya kadar bir bölgede yer alan toprakları yönetmiştir. Güçlü bir yönetime sahip olması bir yana Mali, diplomatik olarak da önemli ilişkiler tesis etmiştir. Örneğin Fas, Mısır ve Arabistan vb. yerlerdeki yönetimlerle dostane ilişkiler kuran Mansa Musa, adalet sistemi ve yönetimiyle gayet güçlü bir devlete sahip olmuş ve siyahilerin medeniyet tarihinde yer alamadığına dair ön yargıların kırılmasında önemli bir rol oynamıştır (Wallace-Bruce, 1985: 575-579). Hatta birçok kaynağa göre Mansa Musa tarihin gördüğü en zengin kral olarak addedilmektedir (Çelik, 2021). Mali’nin yanında 1680 ile 1896 tarihleri arasında hüküm süren Asante imparatorluğu da Afrika kıtasında önemli bir örnektir. Bu imparatorluğun başarılı ve ilginç bir federasyon yapısına sahip olduğu görülmektedir. Yargı, vergi ve ticaret konularında da başarılı bir yönetim sergileyen Asante imparatorluğu, muadil bir güç olarak Batılı ülkelere karşı kendisini kanıtlamıştır. Ayrıca sömürgeci Britanya güçlerine karşı güçlü bir şekilde direnmiş ve 1900 yılında Britanya İmparatorluğu’nun kontrolüne kadar 3 büyük savaş yaşamıştır (Cohen, 2014: 4-7). Bu bahsi geçen devletler literatürde en çok bilinen devletlerdir. Ancak Güney Afrika’nın güney çölleri ve Doğu Afrika’daki Rift Vadisi’nin dâhil edilmezse 19. yüzyılın ortalarına kadar Afrika’da bağımsız, gayet organize, istikrarlı yönetimlere sahip devletlerin olduğu görülmektedir.
Nitekim Mısır’dan Moritanya’ya kadarki bölge Osmanlı devletinin egemenliğinde bir alan olmuş, öncesinde de Mısır, Cezayir, Tunus, Sirenayka ve Trablusgarp gibi bölgelerde bağımsız ve organize yönetimler bulunmuştur. Aynı şekilde Natal ve Cape’te kurulan Boer cumhuriyetleri öncesinde Afrika’nın güneyinde Nguni ve Ndebele adında iyi organize olan yönetimler kurulmuş ve bu yönetimler sömürgeci güçlere karşı güçlü bir direniş sergilemiştir. Ayrıca bahsi geçen bu devletler sadece güçlü devlet organizasyonuyla tanınmamış, Afrika dışında diğer devletlerle de diplomatik ilişkiler kurmuştur. 16. yüzyılın başlarında Benin kralının Portekiz’de büyükelçi bulundurması; Bornu-Kanem devleti ile Osmanlı devletinin karşılıklı olarak büyükelçi ataması; Kongo kralının 1512 yılında Portekiz ve İtalya’da temsilci bulundurması; 19. yüzyılda Avrupa devletlerinin Afrika’nın birçok yerinde konsolosluklar açması buna verilecek örneklerdendir (Wallace-Bruce, 1985: 579-583). Dolayısıyla Avrupa merkezli görüş sahiplerinin sömürge öncesinde Afrika’nın yönetilmeyen, fakir ve medeniyet götürülmesi gereken yerler olduğu ve bu nedenle bir uluslararası hukuk süjesi olarak değerlendirilemeyeceği iddiasının doğru olmadığı anlaşılmaktadır.
3.Avrupa’nın Kıtada Etkisi
Afrika Kıtasının egemenliği tanınmış elli dört ulus devleti barındıran koca bir kıta olarak tanınmak yerine günümüzde hâlâ tek bir ülke olarak görülmesinin başlıca sebeplerinden biri Afrika’nın kendi tarihini, hikayesini anlatmıyor oluşundandır (Akçay, 2017a: 37). Jack Goody, Batılı olmayanın nesneleştirildiği bu tür tarihyazımına “tarih hırsızlığı“ adını verir. Goody’ye göre tarih hırsızlığı “tarihin Batı tarafından ele geçirilişi anlamına gelir.“ “Bu da, geçmişin Avrupa, çoğu zaman da Batı Avrupa ölçeğinde olan bitenlere göre kavramsallaştırılıp sunulmasını, ardından da dünyanın geri kalanına dayatılmasını“ ifade eder. Böylelikle Batı, kendi tarih anlatısını evrensel norm olarak dayatırken, Afrika’nın özgün tarihsel gelişimini ve kültürel mirasını yok saymıştır.
Ayrıca Avrupa’daki birçok şirket ve gelişmiş sanayi, Afrikalıların ellerinden aldıkları doğal madenler ve bedava iş gücü sayesinde sağlanmıştır. Kıtanın zenginlikleri, Avrupalı sanayicilere ve kapitalist ekonomilere sermaye olarak aktarılmış, Afrika ise sistematik bir fakirleşmeye mahkûm edilmiştir (Heyden U. v., 2002:84-93). Kongo’dan fildişi, Gana’dan altın, Güney Afrika’dan elmas ve petrol gibi stratejik kaynaklar Avrupa’nın refah seviyesini artırırken, Afrika halklarına sömürü ve sefalet dışında bir şey getirmemiştir. Avrupalılar bugün yaşadıkları refahı, yüzyıllar boyunca acı çektirdikleri Afrikalılara borçludurlar. Kolonyal sistemin temelleri, Afrika’dan elde edilen kaynakların transferine dayanıyordu ve bu süreç, kıtadaki doğal zenginliklerin yağmalanmasıyla mümkün olmuştur.
Sömürgecilik yalnızca ekonomik boyutla sınırlı kalmamış, aynı zamanda ideolojik ve dini argümanlarla da desteklenmiştir. Misyonerler, Afrika yerlilerini, kendilerine yapılan kötülüklerin Tanrı’yı hoşnut etmek ve sömürgeleştirmenin yerliler için bir kutsama olduğuna ikna etmişlerdi. Misyoner okulları ve kiliseler, Batılı kimliğin ve dünya görüşünün Afrika toplumlarına aşılanması için araç olarak kullanılmıştır. İspanyol sömürgeciler, Katolikliği; Fransızlar ise “Française“ uygarlığını ve türevlerini sömürgeleştirdikleri coğrafyalara taşımışlardır (Wiedemann, 2007:2). Yerel bölgelerde köklü ve kalıcı altyapının kurulması yalnızca din temelli yöntemlerle mümkün olabilirdi. Bu bağlamda din faktörü, sömürge mülklerini ele geçirmek için Avrupalıların asırlarca kullandığı yöntem olmuştur. Batılı güçler, bu şekilde sömürge temelinin daha sağlam atılacağına inanıyordu. Böylelikle Afrika’ya “bayraktan önce haç gelmiştir“ demek hiç de yanlış olmaz (TV, 2017).
Misyoner faaliyetleri aracılığıyla Avrupa, Afrika toplumlarının sosyal ve kültürel yapısını dönüştürmeye çalışmış ve bunu “medeniyet“ getirmek adı altında meşrulaştırmıştır. Ancak bu süreç, aslında geleneksel yaşam biçimlerini ortadan kaldırmaya yönelik bir kültürel emperyalizmden ibaretti. Yerel halklar Hristiyanlaştırılırken, aynı zamanda Avrupalı normlara uygun hale getirilmek istenmiş, kıtanın dilsel, dini ve kültürel çeşitliliği yok sayılmıştır. Fransızların “asimilasyon politikası“ ve İngilizlerin “dolaylı yönetim“ sistemleri, sömürgeleri daha etkin bir şekilde kontrol etmenin birer aracı olarak kullanılmıştır.
Sömürgeci devletler, Afrika’ya Hristiyanlığı ve medeniyeti götürdüklerini iddia etseler de, aslında telkin ettikleri dini değerlere kendileri inanmıyordu. Misyonerlik faaliyetleriyle birlikte din adamları, çoğu zaman Avrupalı tüccarlar ve yöneticilerle iş birliği içinde çalışarak, kıtanın sömürülmesine dolaylı yoldan destek olmuşlardır. Kiliseler, sömürge yönetimlerinin ideolojik altyapısını inşa eden kurumlardan biri haline gelmiş, yerel halkın itaatini sağlamak için dini söylemler kullanılmıştır. Böylece din, yalnızca ruhsal bir öğreti değil, aynı zamanda bir denetim mekanizması haline getirilmiştir.
Sömürgecilik sonrası dönemde dahi, Batı’nın Afrika üzerindeki etkisi devam etmiş, bağımsızlıklarını kazanan Afrika devletleri Batı merkezli küresel düzenin ekonomik ve politik bağımlılık ilişkilerinden tam anlamıyla kurtulamamıştır. Günümüzde dahi Batılı şirketler kıtanın doğal kaynaklarını işletmeye devam etmekte, eski sömürgeci devletler Afrika hükümetleri üzerinde çeşitli diplomatik ve ekonomik baskılar uygulamaktadır. Kısacası, sömürgecilik yalnızca tarihsel bir olgu değil, günümüz dünyasında hala etkisini sürdüren bir küresel iktidar ilişkilerinin temel taşlarından biridir.
Devamı için tıklayınız.
Bu makale, Afrika kıtasının tarihsel süreç içerisinde sömürgeleştirilmesi, bağımsızlık hareketleri ve günümüzde karşı karşıya olduğu ekonomik ve politik dinamikleri ele almaktadır. Ayrıca Afrika'da sömürge döneminden önce de medeniyetlerin var olduğu, yani medeniyetin kıtaya Batılı devletler sayesinde gelmediği vurgulanmıştır. Berlin Konferansı'ndan itibaren kıtanın doğal kaynaklarının Avrupalı devletler arasında nasıl paylaşıldığı, sömürge yönetimlerinin kıtadaki ekonomik, sosyal ve kültürel dokuyu nasıl değiştirdiği detaylandırılmaktadır. Ardından detaylı bir şekilde Batı Afrika Devletlerini inceleyen makale, işbu devletlerin bağımsızlık sonrası yaşadığı ekonomik kalkınma çabaları ve siyasi istikrarı sağlama girişimleri de detaylıca ortaya koyulmuştur. Bunun yanı sıra, kıtanın karşılaştığı en büyük halk sağlığı sorunlarından biri olan HIV/AIDS salgınının ekonomik ve toplumsal etkileri de değerlendirilmektedir. Kıta, Batılı güçlerin oluşturduğu ekonomik bağımlılık mekanizmaları, iç siyasi istikrarsızlıklar ve bölgesel çatışmalar nedeniyle gelişim sürecinde büyük engellerle karşılaşmaktadır. Bununla birlikte, doğal kaynakların yeniden değerlendirilmesi ve Afrika’nın kendi dinamiklerini harekete geçirmesi, kıtanın küresel sistemde daha güçlü bir aktör olmasına olanak sağlayacaktır. Afrika'nın küresel ekonomideki konumu ele alınarak, Çin, ABD ve Avrupa Birliği gibi büyük güçlerin kıtadaki nüfuz mücadelesi analiz edilmektedir. Türkiye’nin Afrika kıtasındaki etkisi, siyasi, ekonomik ve insani yardım projeleri bağlamında ele alınmaktadır. Makale, Afrika'nın karşılaştığı yapısal zorluklara rağmen, kıtanın kendi kalkınma politikalarını oluşturması ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşabilmesi için öneriler sunmaktadır. Bu bağlamda, Afrika ülkelerinin bölgesel iş birliklerini güçlendirmesi, altyapı yatırımlarını artırması ve halk sağlığına yönelik sürdürülebilir politikalar üretmesi gerekmektedir. Son olarak, kıtanın uluslararası arenada nasıl konumlandığı ve küresel güçlerle olan ilişkilerinin geleceği değerlendirilmektedir.
Anahtar kelimeler: Afrika, Avrupa, Sömürge, Irkçılık, Demografi, Reform, Bağımsızlık, Yatırım, Kalkınma
Abstract
This article examines the historical colonization of the African continent, its independence movements, and the economic and political dynamics it faces today. Additionally, it emphasizes that civilizations existed in Africa long before the colonial period, countering the narrative that civilization was introduced to the continent by Western powers. The article details how, since the Berlin Conference, Africa’s natural resources were divided among European powers and how colonial administrations transformed the continent’s economic, social, and cultural fabric. Focusing in detail on West African states, the article explores their post-independence economic development efforts and attempts to establish political stability. Furthermore, it assesses one of the most significant public health challenges faced by the continent—the HIV/AIDS epidemic—and its economic and social consequences. Africa faces major obstacles in its development due to economic dependency mechanisms imposed by Western powers, internal political instability, and regional conflicts. However, the reassessment of its natural resources and the mobilization of its own internal dynamics could enable Africa to become a stronger player in the global system. The article also analyzes Africa’s position in the global economy by examining the influence of major powers such as China, the United States, and the European Union. It evaluates Turkey’s impact on the continent through political, economic, and humanitarian aid initiatives. Despite structural challenges, the article presents recommendations for Africa to establish its own development policies and achieve sustainable growth. In this context, strengthening regional cooperation, increasing infrastructure investments, and implementing sustainable public health policies are essential. Finally, the study evaluates Africa’s positioning on the international stage and the future of its relations with global powers.
Keywords: Africa, Europe, Colonialism, Racism, Demography, Reform, Independance, Investment, Development
1.Giriş
Afrika, insanlığın ilk yaşam merkezi ve atalarımızın yurdudur. Modern antropoloji insanlığın doğuşunun bugünkü Afrika’dan başladığını, oradan Ortadoğu’ya, oradan da dünyaya yayıldığını söylüyor (Friedemann, 2019:6). Arkeolojik bulgular ve genetik araştırmalar da bu tezi destekleyerek, insanın ilk adımlarını Afrika topraklarında attığını kanıtlamaktadır. Ancak ne yazık ki bu gerçeklik, tarih boyunca farklı bakış açılarıyla çarpıtılmış, özellikle Batılı sömürgeci anlayış tarafından göz ardı edilmiş ya da manipüle edilmiştir. Batılı sömürgeciler asırlarca Afrika halklarını “evrim sürecini tamamlamamış kayıp bağlantının ilkel canlıları’’ olarak tanımlamıştır (Oliver, 2017:2). Sömürge dönemi ideolojileri, Avrupalıların kendilerini üstün, Afrikalıları ise geri kalmış ve insanlık düzeyine ulaşmamış varlıklar olarak görmelerine neden olmuştur. Bu ayrımcı zihniyetin en vahim yansımalarından biri de, Afrikalıların 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupalılar ve Amerikalılar tarafından halk gösterilerinde sergilenmesidir. Bu insanlık dışı uygulama öylesine yaygındı ki, Afrikalılar vahşi hayvanlarla aynı kafeslere konularak Avrupa ve Amerika’daki sirklere, fuarlara ve özel koleksiyonlara dahil edilmiştir (Susann, 2006), (Anne, 2005:11). Bu olay her ne kadar günümüzde geçmişte kalmış bir utanç vesikası gibi görülse de, gerçekte insan hayvanat bahçeleri olarak bilinen “Les Zoo Humains“ uygulaması 1958 yılına kadar, yani yalnızca birkaç on yıl öncesine kadar devam etmiştir. Avrupa'nın medeni olduğunu iddia eden büyük şehirlerinde, Afrikalılar birer insan olarak değil, egzotik birer obje olarak sergilenmiş ve toplumun eğlencesine sunulmuştur. İnsan onuruna aykırı bu uygulama, sömürgeciliğin sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik bir tahakküm aracı olduğunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Afrikalılar yüzyıllar boyunca Avrupalıların elinde adeta birer eşya muamelesi görmüşlerdir. Özellikle 16. yüzyıldan itibaren hız kazanan transatlantik köle ticareti, Afrika toplumlarının sosyal, ekonomik ve kültürel dokusunu derinden sarsmıştır. Avrupa’da üretilen silah, kumaş, içki gibi ürünler, Afrikalı kölelerle takas edilerek bu acımasız ticaretin devamlılığı sağlanmıştır. Amerika’ya sevk edilen köleler, Avrupa’nın ekonomik çıkarlarına hizmet edecek altın, gümüş, pamuk, şeker, konyak, kahve ve tütün karşılığında değiştiriliyordu (Oliver, 2017:2). Böylece milyonlarca insan, Avrupa’nın ekonomik çıkarları uğruna özgürlüğünden mahrum bırakılmış, köleleştirilmiş ve ağır şartlar altında çalıştırılmıştır. Tarih boyunca Afrika kıtası, yalnızca sömürgeciliğin ekonomik boyutuyla değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik baskılarıyla da karşı karşıya kalmıştır. Bu süreç, kıtanın doğal kaynaklarının yağmalanmasının yanı sıra, Afrika halklarının tarihsel ve kültürel kimliklerinin silinmeye çalışılmasıyla da sonuçlanmıştır. Batılı devletler tarafından yürütülen bu sistematik sömürü ve ırkçı yaklaşımlar, bugün bile Afrika’nın sosyo-ekonomik yapısında derin izler bırakmıştır.
2.Sömürge Öncesinde Afrika’da Devlet
Sömürge öncesine bakıldığında Afrika’daki ulusların diğer devletlerle ilişki kurma ve topraklarını yönetme kabiliyetine sahip olduğu görülmektedir. Örneğin 11. yüzyılda bir kral tarafından yönetilen Gana’nın günümüze benzer şekilde ordusu, adalet sistemi ve bürokratik yönetimi bulunmuş, özellikle Arap ve Kuzey Afrikalı devlet yöneticileri ve ticaret erbabıyla ilişki kurabilmiştir. Yine Mansa Musa tarafından 1240 yılında kurulan Mali imparatorluğu, sadece sahip olduğu istikrar ve etkili yönetim şekliyle değil, ticaret zengini bir ülke olmasıyla da bölgede önemli bir güç haline gelebilmeyi başarabilmiştir. Mali, güneye doğru Gana’dan, güneyde Büyük Sahra, kuzeye doğru üst Senegal ve doğuya doğru üst Nijer’den ve yine güneyde altın zengini olan Wangara, Bambuk ve Bundu’ya kadar bir bölgede yer alan toprakları yönetmiştir. Güçlü bir yönetime sahip olması bir yana Mali, diplomatik olarak da önemli ilişkiler tesis etmiştir. Örneğin Fas, Mısır ve Arabistan vb. yerlerdeki yönetimlerle dostane ilişkiler kuran Mansa Musa, adalet sistemi ve yönetimiyle gayet güçlü bir devlete sahip olmuş ve siyahilerin medeniyet tarihinde yer alamadığına dair ön yargıların kırılmasında önemli bir rol oynamıştır (Wallace-Bruce, 1985: 575-579). Hatta birçok kaynağa göre Mansa Musa tarihin gördüğü en zengin kral olarak addedilmektedir (Çelik, 2021). Mali’nin yanında 1680 ile 1896 tarihleri arasında hüküm süren Asante imparatorluğu da Afrika kıtasında önemli bir örnektir. Bu imparatorluğun başarılı ve ilginç bir federasyon yapısına sahip olduğu görülmektedir. Yargı, vergi ve ticaret konularında da başarılı bir yönetim sergileyen Asante imparatorluğu, muadil bir güç olarak Batılı ülkelere karşı kendisini kanıtlamıştır. Ayrıca sömürgeci Britanya güçlerine karşı güçlü bir şekilde direnmiş ve 1900 yılında Britanya İmparatorluğu’nun kontrolüne kadar 3 büyük savaş yaşamıştır (Cohen, 2014: 4-7). Bu bahsi geçen devletler literatürde en çok bilinen devletlerdir. Ancak Güney Afrika’nın güney çölleri ve Doğu Afrika’daki Rift Vadisi’nin dâhil edilmezse 19. yüzyılın ortalarına kadar Afrika’da bağımsız, gayet organize, istikrarlı yönetimlere sahip devletlerin olduğu görülmektedir.
Nitekim Mısır’dan Moritanya’ya kadarki bölge Osmanlı devletinin egemenliğinde bir alan olmuş, öncesinde de Mısır, Cezayir, Tunus, Sirenayka ve Trablusgarp gibi bölgelerde bağımsız ve organize yönetimler bulunmuştur. Aynı şekilde Natal ve Cape’te kurulan Boer cumhuriyetleri öncesinde Afrika’nın güneyinde Nguni ve Ndebele adında iyi organize olan yönetimler kurulmuş ve bu yönetimler sömürgeci güçlere karşı güçlü bir direniş sergilemiştir. Ayrıca bahsi geçen bu devletler sadece güçlü devlet organizasyonuyla tanınmamış, Afrika dışında diğer devletlerle de diplomatik ilişkiler kurmuştur. 16. yüzyılın başlarında Benin kralının Portekiz’de büyükelçi bulundurması; Bornu-Kanem devleti ile Osmanlı devletinin karşılıklı olarak büyükelçi ataması; Kongo kralının 1512 yılında Portekiz ve İtalya’da temsilci bulundurması; 19. yüzyılda Avrupa devletlerinin Afrika’nın birçok yerinde konsolosluklar açması buna verilecek örneklerdendir (Wallace-Bruce, 1985: 579-583). Dolayısıyla Avrupa merkezli görüş sahiplerinin sömürge öncesinde Afrika’nın yönetilmeyen, fakir ve medeniyet götürülmesi gereken yerler olduğu ve bu nedenle bir uluslararası hukuk süjesi olarak değerlendirilemeyeceği iddiasının doğru olmadığı anlaşılmaktadır.
3.Avrupa’nın Kıtada Etkisi
Afrika Kıtasının egemenliği tanınmış elli dört ulus devleti barındıran koca bir kıta olarak tanınmak yerine günümüzde hâlâ tek bir ülke olarak görülmesinin başlıca sebeplerinden biri Afrika’nın kendi tarihini, hikayesini anlatmıyor oluşundandır (Akçay, 2017a: 37). Jack Goody, Batılı olmayanın nesneleştirildiği bu tür tarihyazımına “tarih hırsızlığı“ adını verir. Goody’ye göre tarih hırsızlığı “tarihin Batı tarafından ele geçirilişi anlamına gelir.“ “Bu da, geçmişin Avrupa, çoğu zaman da Batı Avrupa ölçeğinde olan bitenlere göre kavramsallaştırılıp sunulmasını, ardından da dünyanın geri kalanına dayatılmasını“ ifade eder. Böylelikle Batı, kendi tarih anlatısını evrensel norm olarak dayatırken, Afrika’nın özgün tarihsel gelişimini ve kültürel mirasını yok saymıştır.
Ayrıca Avrupa’daki birçok şirket ve gelişmiş sanayi, Afrikalıların ellerinden aldıkları doğal madenler ve bedava iş gücü sayesinde sağlanmıştır. Kıtanın zenginlikleri, Avrupalı sanayicilere ve kapitalist ekonomilere sermaye olarak aktarılmış, Afrika ise sistematik bir fakirleşmeye mahkûm edilmiştir (Heyden U. v., 2002:84-93). Kongo’dan fildişi, Gana’dan altın, Güney Afrika’dan elmas ve petrol gibi stratejik kaynaklar Avrupa’nın refah seviyesini artırırken, Afrika halklarına sömürü ve sefalet dışında bir şey getirmemiştir. Avrupalılar bugün yaşadıkları refahı, yüzyıllar boyunca acı çektirdikleri Afrikalılara borçludurlar. Kolonyal sistemin temelleri, Afrika’dan elde edilen kaynakların transferine dayanıyordu ve bu süreç, kıtadaki doğal zenginliklerin yağmalanmasıyla mümkün olmuştur.
Sömürgecilik yalnızca ekonomik boyutla sınırlı kalmamış, aynı zamanda ideolojik ve dini argümanlarla da desteklenmiştir. Misyonerler, Afrika yerlilerini, kendilerine yapılan kötülüklerin Tanrı’yı hoşnut etmek ve sömürgeleştirmenin yerliler için bir kutsama olduğuna ikna etmişlerdi. Misyoner okulları ve kiliseler, Batılı kimliğin ve dünya görüşünün Afrika toplumlarına aşılanması için araç olarak kullanılmıştır. İspanyol sömürgeciler, Katolikliği; Fransızlar ise “Française“ uygarlığını ve türevlerini sömürgeleştirdikleri coğrafyalara taşımışlardır (Wiedemann, 2007:2). Yerel bölgelerde köklü ve kalıcı altyapının kurulması yalnızca din temelli yöntemlerle mümkün olabilirdi. Bu bağlamda din faktörü, sömürge mülklerini ele geçirmek için Avrupalıların asırlarca kullandığı yöntem olmuştur. Batılı güçler, bu şekilde sömürge temelinin daha sağlam atılacağına inanıyordu. Böylelikle Afrika’ya “bayraktan önce haç gelmiştir“ demek hiç de yanlış olmaz (TV, 2017).
Misyoner faaliyetleri aracılığıyla Avrupa, Afrika toplumlarının sosyal ve kültürel yapısını dönüştürmeye çalışmış ve bunu “medeniyet“ getirmek adı altında meşrulaştırmıştır. Ancak bu süreç, aslında geleneksel yaşam biçimlerini ortadan kaldırmaya yönelik bir kültürel emperyalizmden ibaretti. Yerel halklar Hristiyanlaştırılırken, aynı zamanda Avrupalı normlara uygun hale getirilmek istenmiş, kıtanın dilsel, dini ve kültürel çeşitliliği yok sayılmıştır. Fransızların “asimilasyon politikası“ ve İngilizlerin “dolaylı yönetim“ sistemleri, sömürgeleri daha etkin bir şekilde kontrol etmenin birer aracı olarak kullanılmıştır.
Sömürgeci devletler, Afrika’ya Hristiyanlığı ve medeniyeti götürdüklerini iddia etseler de, aslında telkin ettikleri dini değerlere kendileri inanmıyordu. Misyonerlik faaliyetleriyle birlikte din adamları, çoğu zaman Avrupalı tüccarlar ve yöneticilerle iş birliği içinde çalışarak, kıtanın sömürülmesine dolaylı yoldan destek olmuşlardır. Kiliseler, sömürge yönetimlerinin ideolojik altyapısını inşa eden kurumlardan biri haline gelmiş, yerel halkın itaatini sağlamak için dini söylemler kullanılmıştır. Böylece din, yalnızca ruhsal bir öğreti değil, aynı zamanda bir denetim mekanizması haline getirilmiştir.
Sömürgecilik sonrası dönemde dahi, Batı’nın Afrika üzerindeki etkisi devam etmiş, bağımsızlıklarını kazanan Afrika devletleri Batı merkezli küresel düzenin ekonomik ve politik bağımlılık ilişkilerinden tam anlamıyla kurtulamamıştır. Günümüzde dahi Batılı şirketler kıtanın doğal kaynaklarını işletmeye devam etmekte, eski sömürgeci devletler Afrika hükümetleri üzerinde çeşitli diplomatik ve ekonomik baskılar uygulamaktadır. Kısacası, sömürgecilik yalnızca tarihsel bir olgu değil, günümüz dünyasında hala etkisini sürdüren bir küresel iktidar ilişkilerinin temel taşlarından biridir.
Devamı için tıklayınız.